19 Şubat 2012 Pazar

dogville (2003 - lars von trier)


filmin adı: dogville
yönetmen: lars von trier
yapımcılar: vibeke windelov
senaryo: lars von trier
oyuncular: nicole kidman (grace), paul bettany (tom edison)
yapım yılı, yeri: 2003, danimarka
dili: ingilizce
süre: 178 dk.
türü: drama
ödüller: bodil ödülleri (en iyi danimarka filmi), robert ödülleri (en iyi kostüm, en iyi senaryo), avrupa film ödülleri (en iyi sinematograf), rus film eleştirmenleri birliği (en iyi yabancı film, en iyi aktris), david di donatello (en iyi avrupa filmi), kopenhag uluslararası film festivali (jüri özel ödülü), brezilya sineması büyük ödül (en iyi yabancı film), ispanya sinema yazarları birliği (en iyi yabancı film), almanya sanat sineması birliği (en iyi yabancı film), sofya film festivali (en iyi film)



uzun süredir yoğunluktan iki kelam etmek mümkün olmadı. darısı dogville'in başınaymış; iyi de oldu, zira bir lars von trier filmi üzerine yazmak istiyordum. bahis dogville olunca ister istemez brecht ve epik tiyatro, kant ve hıristiyan etiği, marquis de sade ve sadizm, nietzsche, derrida da bu bahse dahil oluyor. baştan belirteyim; dogville muhteşem bir film. malum, her von trier filmi izleyiciyi rahatsız etmeyi kendine görev bilir ve ana tema ahlâktır. özellikle daha önce hiç von trier filmi izlememiş kişilere söyleyeyim, dogville iyi bir başlangıç. böylece hem golden heart üçlemesi gibi daha eski, hem de antichrist ve melancholia gibi daha güncel olan filmleri izleyici için daha manidar olacaktır. gelin meraklısıyla beraber ayrıntılara girelim.

yönetmendeki brecht etkisi tartışılmaz. breht epik tiyatrosunda gözümüzün önünde olduğu halde -ya da öyle olduğu için,- göremediğimiz gerçekler seyirciye yabancılaştırılarak gösterilir, böylece görünür kılınır ve yadırganması beklenir. yöntem bağlamında bunun altına bir mim koyalım. dogville tiyatro, sinema ve görsel edebiyatın müthiş bir birleşimi denebilecek bir peri masalı. tek bir sahnede geçen filmde evler ve caddeler sadece tebeşir iziyle birbirinden ayrılıyor ve duvarlar ya da kapılar yok. oyuncular kapıları açıp kapar gibi yapıyor ve buna ses efekti ekleniyor. böylece kamusal ve özel alanlar içiçe geçiriliyor. bir tiyatro sahnesi von trier için yeterli olmamış ki ve işin içine edebiyat da giriyor. film bir roman gibi bölümlerden oluşur (dokuz bölüm ve giriş) ve anlatı (narrative) tarzdadır. her bölüm öncesinde bölümün adı ve bölümde geçecek olayların bir özeti başlık olarak verilir. hikâye john hurt'ın alaycı ses tonuyla anlatılır. giriş tipik masal tarzında başlar: "bu, dogville kasabasının hazin öyküsüdür." burada girmek istediğim esas konu bu değil ama bu film üzerine yapılan yorumlarda sık sık karşılaşıldığı için belirteyim, filmdeki amerikan yaşam tarzı eleştirisi ile nietzsche'nin ahlâkın soy kütüğü üzerine eseri arasında bağlantı kurulabilir. nietzsche'ye göre hristiyan ahlâkı köle ahlâkından türemiştir desek bağlantı kolayca kurulacaktır sanırım. hazır hristiyan ahlâkı demişken, konuyu kant'a getirmek farz oluyor. aslında bu yazının adı afili bir şekilde dogville: şartlı misafirperverlik, şartsız affedicilik ve kibir üzerine konabilirdi. konuya bir ön giriş yapıp, ardından film üzerinden bir 'canlandırma' (ilüstrasyon) yapmaya çalışacağım.



hänsel ve grethel masalını hatırlayalım. şekerden yapılma evinde hänsel ve grethel'i misafir eden yaşlı kadının bir cadı olduğu ortaya çıkar ve cadı onları yemek ister. konuk ev sahibinin şartlarına uymak durumundadır ve bu durum ev sahibinin göstereceği şiddeti de baştan meşru kılar. dogville bir nevi bu canavarca olasılığın anlatımı olarak okunabilir. derrida, kant'ın ebedî barış üzerine felsevî bir deneme isimli eserinin analizini yaparken tam da bu canavarca olasılığın altını çizer. ebedî barış üzerine felsevî bir deneme barış için gerekli olan şart ve sınırların bir listesidir. 


kant'a göre dünya yüzeyi sınırlı olduğuna göre üzerinde yaşayanlar birbirlerini tolere edebilmelidir. barışcıl ziyaret ve geçiş hakkı böylece evrensel ve doğal haklar gibi görülebilir ancak kant bunu reddeder. sınırlanan bir hak evrensel olamaz. konuk olmak ve konuk etmek de evrensel olamayacaktır çünkü bir dizi şarta bağlıdır. bu iki hak siyasî ve hukukî haklardır. burada küçük bir parantez açmak istiyorum. kant'a göre yasal bir hak sadece vatandaşları bağlar. yani barbarlar, hayvanlar ve kadınlar bu haklardan mahrumdur. kant'ta vatandaşlık sadece erkeklere tanınan bir ayrıcalıktır. kant felsefesini dogville üzerinden okumak bu bağlamda daha da ilgili çekici oluyor.


misafirlik doğası gereği geçicidir. misafirlik misafirin barışcı davranmasını ve evsahibinin rızası gerektirir. ayrıca ziyaretçi şiddet uygulanmaması kaydıyla geri çevrilebilir. misafirliği talep etmek ve şiddet görmemek dışında misafire hak tanınmaz. böylece kant'ta misafirperverlik evrensel ya da sınırsız olarak tanımlanamaz. kant'ın misafirperverliğinin arkasında hıristiyan etiğinin etkisi vardır. konuk evsahibinin değerlerine uyum sağlamalı ya da en azından saygı göstermelidir. bu haliyle misafirperverlik tek taraflı bir hak olarak ortaya çıkar ve konuğun boyun eğmesi gerekliliği düşünüldüğünde kavram şiddet içermektedir. derrida'ya göre 'hoşgeldin' kelimesi her zaman evsahibinin şiddetinin içinden bir geçiş içerir. yukarıda da belirttiğimiz gibi dogville kant'taki misafirperverliğinin sınırları ve canavarca olasılıkları üzerinedir. bu olasılıklar filmde çok canlı olarak gösterilmiştir.


von trier'in dogville'den önceki üç filmi bir peri masalı üçlemesiydi: golden heart üçlemesi. breaking the waves (1996), idioterne (1998), dancer in the dark (2000). Bu üç film kadın doğasının iyiliği üzerineydi. bu üçlemenin esin kaynağı bir çocuk masalı olan guld hjerte (golden heart) ve marquis de sade'ın justine romanıdır. von trier masalın konusunu şöyle anlatır: "küçük bir kız önlüğünde biraz ekmek ile ormanda gezintiye çıkar ve yolda hem yiyeceğini hem de kıyafetlerini verir. bir tavşan ya da bir sincap kıza üzerinde etek olmadığını söylediğinde kız her seferinde 'ben iyiyim' der." sade'ın justine'inde de justine karşısına çıkan nerdeyse herkes tarafından sömürülür, ırzına geçilir. justine yine de ilahî adalete ve insanlığa olan inancını hiç yitirmez ve isavarî bir affedicilik sergiler. tanrı kötüleri cezalandıracak ve erdemin ödülü cennet olacaktır. golden heart üçlemesi justine gibi kadınların naiflik ve affediciliğinin yıkıcı sonuçları üzerinedir. hikâyenin sonunda justine'in sonunun yıldırım tarafından çarpılmak olması gibi von trier'in kahramanlarının sonu da kötü olur.


bir kişi tüm kötülüklerin çilesini çekerse herkesin iyi olacağı nosyonu (hz. isa) filmin sonuna kadar anlatıcı tarafından öne çıkarılır. grace (nicole kidman) gansterlerden kaçan bir kaçaktır. bir akşam üzeri dogville'e geldiğinde ilk olarak kasabanın sözde ahlak filozofu thomas edison jr. (paul bettany) ile karşılaşır. tom bir yazardır ya da öyle olduğunu iddia eder. kasabanın sakinleri tom'un söylevleri olmadan da yaşayabileceklerine inanırlar ve tom'un enerjisini yanlış yere harcadığını düşünürler. tom insanların nasıl hoşgeldin deneceğini ve misafirperverliği unuttuklarını düşünür ve bunu onlara bir canlandırma ile hatırlatabileceğini söyler: "dogville halkının kabullenmekle ilgili bir sorunu varsa onlara kabul edecekleri bir şey gerekiyor. bir hediye." grace'in kasabaya gelişi tom'a bir canlandırma için bulunmaz bir fırsat yaratır. dogville'e gelmek grace'in tercihi değildir ancak tom "onun buraya ait olduğunu hemen hisseder." burada grace tom'a kayıtsız şartsız kendini sunan bir hediyedir. "kendini bu erkeğe teslim etmek için seçilmişti. evet... bir hediye. cömertçe, çok cömertçe diye düşündü tom.tom kasaba sakinlerine grace'i bir ödül olarak sunar ve canlandırmasını yapar. 


tom'un canlandırmasının biraz üzerinde durmakta fayda var. tom misafirpervelik eksikliği sorununun çözümünü değil, sorunun kendisini canlandırmaktadır. tom'a göre şartsız kabullenemedikleri için misafirperverliği açıkça ve özgür olarak sunmamaktadırlar. buradaki ironi tom'un canlandırması sonunda grace'in, dogville sakinleri tarafından şiddete maruz kalmasının dışında bir şey kanıtlanmamasıdır. 


film için bir peri masalı benzetmesi yapmıştık. bir masalın amacı ahlakî bir konuyu canlandırma ile anlatma ve okuyucuyu bu ahlakî davranış modelini benimsemek yönünde ikna etmektir. masalın paradoksu tam da buradadır. okuyucudan masalın kahramanı ile kendini özdeşleştirmesi istenir ve sonunda okuyucu kahramanın düştüğü kötü duruma düşmemesi için ikna edilir. masal her zaman kötü örnek üzerinden öğretici olmaya çalışır. yani en kötü örnek, örnek olarak verilir. tom da bunu yapmaya çalışır ancak dogville sakinleri kahraman (grace) ile kendilerini özdeşleştirmek yerine direkt olarak konunun tarafı olurlar. tom böylece iki tarafı da kant'taki misafirperverliğin şiddet olasılığının parçası olmaya zorlar.


grace'e sunulan misafirperverlik şartlı olmuştur. kimse gangster'lerden kaçan birine sığınak sağlamak istemez. orada kalması onlar için tehlikeli olacaktır. tom grace'e güvenebileceklerini anlamaları için onu tanımaları gerektiğini ve bu şans verilirse riskleri göz ardı edebileceklerini söyler. böylece grace'e dogville'in misafirperverliğini hak edeceğini ispatlaması için iki hafta süre verilir. "dogville sana iki hafta verdi, şimdi sen de onlara bir şeyler sunmalısın." der tom.


grace'in hizmet önerisi ilk başta geri çevrilir. "gerçekten yapılmasına ihtiyaç duyduğumuz bir şey yok." böylece önemsiz bulunduğu için "yapılmasına ihtiyaç duyulmayan" şeyleri yapmaya başlar. kasaba sakinleri cömertliklerine karşılık ne sunabileceğini merak etmektedir.


grace'e verilen görevler gittikçe daha şiddet içerikli ve daha kötü niyetli olmaya başlar. daha uzun saatler çalışması istenirken grace cinsel istismarın kurbanı da olur. ilk önce chuck (stellan skarsgard) tarafından onu ihbar etmemesinin karşılığı olarak tecavüze uğrar. daha sonra misafirperverlikleri karşılığında grace tüm kasaba erkeklerinin cinsel ihtiyaçlarını karşılar hale gelir. kaçma girişimi sonrasında kendisinin ve kasabanın güvenliği için zincirle boynundan değirmen tekerleğine bağlanır ve boynuna bir de zil takılır. bunun grace'in iyiliği için olduğu söylenir ancak esasında ulysses'in polyphemus'un mağarasında kapana kısılmasında olduğu gibi kullanılmak, tüketilmek için orada tutulmak istenir.


tüketim demişken, tekrar kant'a dönmekte fayda var. grace'in cinsel ve fiziksel istismarı kant'ın tanımına göre yamyamlıktır. "cinsel eğlence (fiili olmasa bile) prensipte yamyamlıktır. bir şeyin diş ve ağızla tüketilmesi olsun, kadının hamilelik ile tüketilmesi olsun (...) ya da bir erkeğin cinsel kapasitesinin kadının sonu gelmez talepleri yüzünden tükenmesi. fark sadece eğlencenin türündedir. karşı cinsin cinsel organının bu tür kullanımında cinsel organ tüketim maddesidir (res fungibilis)grace dogville'in tüketim maddesi olmuştur. grace'in bu şekilde canavarca tüketilmesi misafirperverliğin bir şartıdır.


eğer misafir kasabada şartsız kalıyor olsaydı misafir evsahibi ilişkisi tamamen farklı olacaktı. dogville sakinleri grace'ten (öteki) kendilerini korumak için misafirperverliğe karşılık şartlar öne sürmüşler ve bunu onu sonuna kadar tüketmek için kullanmışlardır. burada sunulan uç bir örnektir ancak şartlı ağırlamanın doğurduğu şiddetin yerinde bir canlandırmasıdır. misafirperverliğin şartlarında misafir her zaman evsahibinin alışkanlık ve geleneklerine göre derecesi değişen bir tutsaktır. 


grace tüm bu suiistimale karşı affedicilik ve merhamet ile karşılık verir, hattâ başına gelenleri bir lütuf olarak karşılar (bu arada grace kelimesi lütuf/merhamet anlamına gelmektedir) grace karakteri şartsız ve sınırsız olanı sembolize eder. affediciliğin affedicilik olması için şartsız olmalısı gerekir. dogville'in grace'e karşı aşağılayıcılığı arttıkça grace daha da merhametli olacaktır. 


bu affediciliğe karşın grace gittikçe dogville için daha büyük bir risk haline gelecektir. onu gangsterlere ihbar eden de bu ironiye uygun şekilde tom olur. grace tom'un kendi ahlakî saflığından şüphe etmesine sebep olmuştur ve kendisi de onu kasabanın geri kalanı gibi vahşice kullanmak yönünde baştan çıktığını itiraf ettiği zaman grace'in bunun tom'un doğası olduğunu söyleyerek onu affetmesi tom'u altüst eder ve o da grace'i büyük bir risk olarak görmeye başlar. dogville kendini tamamen gangsterlerin eline bırakır ve onlara güzel bir karşılama (hoşgeldin) hazırlar. filmden "dogville alışılmamış yoldan gitmiş olabilirdi ancak yine de misfirperverdi." cümlesi manidardır.


Grace zorla arabaya sokulduğunda, baş gangsterin grace'in babası olduğunu öğreniriz. babasının dogville'i ziyaret etmesinin esas sebebi kızına kibirli olduğunu söylemektir. kızı kibirlidir çünkü koşulları sorumlu tutarak insanları affetmektedir. bu sahnedeki muazzam diyaloğu buraya aynen aktarmak istiyorum:


baba: katil çocukken ihmal edilmişse bu gerçek bir cinayet sayılmaz değil mi? sadece koşulları suçluyorsun. sence tecavüzcülerle katiller kurban olabilir. ama bence onlar birer köpek ve eğer kendi kusmuklarını yalıyorlarsa onları durdurmanın tek yolu kamçılamaktır. 


grace: ama köpekler doğaları ne emrediyorsa onu yapar. neden onları affetmiyoruz? 


baba: köpeklere pek çok şey öğretebilirsin ama doğalarına her uyduklarında onları affederek değil.


grace'in babasıyla sohbeti affetme ilişkisi ve misafirperverlik ilişkisi arasındaki tansiyonu açığa çıkarır. bir taraftan bakınca tüm ilişkiler şartlı olmalıdır. şartlar ev sahibini köpeğin doğasından korur ancak ev sahibini canavarlaştıran yine bu şartlardır. diğer taraftan, affetme ve misafirperverlik bu adlarla anılmaları için şartsız olmalıdır. affetme ve misafirperverlikte iki kutup olan şartlı ve şartsız uzlaşmaz ve yanyana gelemez.


şartlı ve şartsız olanın karmaşık ilişkisi misafirperverlik ve affetmenin ortasının olamayacağını gösterir. bu durumda, grace'in sınırsız affediciliği gerçekten şartsız mıdır? bu da bir tür şiddet olarak görülemez mi? tereddüt etmeden affederek grace dogville sakinlerini başka türlü davranamaz kişiler olmaya mahkum etmektedir. bu haliyle ondan daha aşağıdadırlar. babası bu tarz affediciliği kibirli bulur:


grace: demek ben kibirliyim. insanları affettiğim için kibirliğim?


baba: tanrım! bu sözleri söylerken sözde alçakgönüllülük ediyorsun. kimsenin, beni dinle, hiç kimsenin senin yüksek ahlaki değerlerine erişemeyeceğinden o kadar eminsin ki, herkesi bağışlıyorsun. bundan daha kibir dolu bir davranış olamaz. sevgili kızım, başkalarını affetmek için bulduğun bahaneleri kendin için asla kullanmazsın.


suçluyu affedebilmek, ev sahibinin canavarlığını kabul etmek için onu net bir şekilde canavar/suçlu olarak tanımlamak gerekir. bir anlamda grace dogville'i kontrol ettiği ve tükettiği evcil bir canavar haline getirmektedir. çünkü affetme gücü ve merhamet hakkına (right of grace) sahiptir. grace affetme ve misafirperverliknin şartlı yasalarının üzerinde bir yasa gibidir. affetme gücü yasaların üzerinde olan bir monark gibi. sınırsız merhameti dogville'i tüketmektedir. grace'in kasaba sakinlerini katletme ve kasabayı yakma (tüketme) kararı merhamet hakkının doğal bir uzantısıdır. 


grace tom'u bizzat öldürür. bu arada tom en başta neyi canlandırmak istediğini unutmamıştır: "insanları kullanmak pek hoş olmasa da bu istisnai örneğin bütün beklentileri altüst ettiğini kabul etmelisin. insan olmak hakkında çok şey öğrendik. acı verici bir deneyimdi ama kabul et öğretici de oldu. öyle değil mi?"


dogville'in şartsız almak ve şartlı ve canavarca vermek gibi bir sorunu vardı. hep verici olan ve affeden grace dogville tarafından tüketilmişti. evsahibinin şiddetine iyi bir örnek olmuştu. ancak tom'un hesaba katmadığı şey şartlıda olduğu kadar şartsızda da şiddet olmasıydı. evsahibi dogville'in grace'i tükettiği an aynı zamanda grace'in dogville'i kundaktaki 'masum' bebeğe kadar yok ettiği an olmuştu. öyle görünüyor ki misafirperverlik ilişkisinde hem evsahibi hem de misafirin ezme, yok etme ve tüketme potansiyeli var. bu ilişkide gücü ele almak aynı şiddete maruz kalmakla sonuçlanabiliyor.


konuyu buradan tutup film ve izleyici arasındaki ilişki ve film izleme etiğine de götürebiliriz ancak lâf oldukça uzamış. son söz müzikler üzerine olsun. vivaldi ağırlıklı olmak üzere, haendel, pergolesi ve albinoni konçertoları film boyunca duyuluyor. filmin sonunda da 1930 büyük buhranında amerika halkının fakirliğini temsil eden fotoğraflar eşliğinde david bowie'nin young americans şarkısını dinliyoruz. hoş bir ironi de burada var. hakkını vermek lâzım; lars von trier muazzam yönetmen. çoğu filmi de kült niteliğinde. sinemanın brecht'i demek yerinde olabilir. filmlerinin sonunda oturduğunuz yere çakılıp kalmanız tesadüf değil; hesaplı planlı. iyi seyirler!

Hiç yorum yok: