5 Eylül 2010 Pazar

match point (2005 - woody allen)

filmin adı: match point
yönetmen: woody allen
yapımcılar: letty aronson, gareth wiley, lucy darwin
senaryo: woody allen
oyuncular: jonathan rhys meyers (chris wilton), scarlett johansson (nola rice), emily mortimer (chloe hewett wilton), matthew goode (tom hewett)
yapım yılı, yeri: 2005, ingiltere
dili: ingilizce
süre: 124 dk.
türü: drama
ödüller: adircae ödülleri (en iyi yabancı film), david di donatello (en iyi avrupa filmi), golden trailer (en iyi film), goya (en iyi avrupa filmi), sant jordi (en iyi yabancı film izleyici ödülü), turia (en iyi yabancı film izleyici ödülü)

woody allen sinemasına karşı ilgimiz malûm; yeri geldikçe çoğu filmi hakkında bir şeyler karalamaya çalışacağız, ancak match point'e öncelik vermek istememizin sebebi ne allen sevgisi, ne de scarlett johansson'ın güzelliği. bu film üzerinden, sinema estetiğinde, drama tarzının anlatı araçları olarak opera ile mise-en-scène ilişkisini ele almak istiyoruz. meraklısının malûmudur; bu hususta başarılı örneklere rastlamak pek de kolay değil.


ilk izleyişte, dostoyevskiy'in suç ve ceza'sı ile match point arasında bağlantı kurmak pek de zor olmuyor; hattâ kabaca bunun bir suç ve ceza uyarlaması olduğunu -biraz zorlayarak da olsa,- söylemek mümkün. bâhusus, yönetmenin bu durumu daha filmin başında 'kahramanın' eline kitabı tutuşturarak gözümüze sokması bunu kolaylaştırıyor. dolayısıyla, girizgâhta bu konuya değinmekte fayda var. match point, allen'ın ilk suç ve ceza çeşitlemesi değil; crimes and misdemeanors (1989) bu konuda ilk denemesiydi, ancak kendisinin filmde oyuncu olarak yer almasının filmi mahvettiğini düşündüğünü ve tekrar yapmak istediğini söylemiştir. suç ve ceza ile film arasındaki ilişkiye tedirgin yaklaştığımız fark edilmiştir. bu konuya yazının sonunda, sözü bağlarken tekrar döneceğiz.

filmi etkileyen diğer edebiyat eserleri de hiç şüphesiz stendhal'in kırmızı ve siyah (filmdeki pesimizm, hattâ nihilizm), theodore dreiser'ın an american tragedy romanları (sınıf atlayan küçük burjuvanın bu durumunu korumak için her şeyi göze alması) ve somerset maugham'ın the facts of life isimli kısa hikâyesi (kilit temalardan şans faktörü direkt burdan alıntıdır). şans ile alâkadar olarak filmin başındaki anlatıdan kısa bir alıntı yaparak opera mevzu'una girelim:

"'iyi olmaktan ziyâde şanslı olmayı yeğlerim' diyen adam hayatın derinliklerini görmüş. insanlar hayatın ne kadar büyük bir bölümünün şansa bağlı olduğu gerçeği ile yüzleşmekten korkuyorlar. bu kadar büyük bir şeyin kontrolümüz dışında olduğu fikri korkutucu. maçta öyle anlar vardır ki top ağın üzerine çarpar ve bir saniye içinde ya ileri gider ya da geriye düşer. küçük bir şans ile top ileriye gider ve kazanırsınız ya da tersi olur ve kaybedersiniz."

başlarken, küçük bir dipnot düşmekte fayda var: opera bir müzik türü değildir; bilâkis, müziği yardımcı bir araç olarak kullanmasıyla benzerlerinden ayrılan dramatik bir üslûptur. misâl, mise-en-scène de narrative sinemanın kullandığı bir araçtır. yazının başında belirttiğimiz, sinema opera ilişkisinin ender başarılı örneklerinden biri olarak da ingmar bergman'ın trollflöjten (the magic flute - 1975) filminin adını burda zikretmek farz. bu zor ilişkinin sebebi şüphesiz operanın metafizik bakış açısı ve vokal ile anlatım tarzı. allen da daha 1992 senesinde husbands and wives ile bir denemede bulunmuştu ancak opera kullanımı kesinlikle tematik değildi. kullanım amacı senaryo içinde yer alan üst kültür mensubu karakterlerin muhiti için bir arka plan yaratmaktı. match point'te ise chris irlandalı bir alt sınıf üyesidir; operadan zevk alır -ya da biliçaltındaki sınıf atlama arzusuyla, biliçli biliçsiz öyle görünmeye çalışır,- klasik edebiyata meraklıdır, vs. burada karakter üst kültür öğeleri ile 'eksikliğini' giderme çabasındadır. bu noktada, klasik allen sinemasından kesinlikle 'farklı' görünen match point, komedi tragedya çekişmesi ile nevrotik tarzını bize hatırlatır.  

gelelim işin estetik ve simgesel kısmına. karakter kurgusuna dikkat edilirse, hikâyeyi kendi ağzından anlatan kahramanımız chris, femme fatale nola, masum kadın chloe, sinir sahibi dominante anne eleanor, karikatürize edilmiş polis memurları ile yapı standart romantik opera modellerinden pek de farklı değildir. yaşlı gündelikçi kadın ve nola'nın öldürüldükleri sahne biraz uzuncadır; bunun sebeb-i aslîsi yaklaşık 10 dakikalık sahnede, giuseppe verdi'nin otello'sunun ikinci perdesininde yer alan, iago ile otello arasındaki düetin neredeyse tamamını dinleyecek olmamızdır. buradan çıkarılacak sonuç şudur: bu filmde müziğin sinemaya eşlik etmesi mevzu' bahis değildir; esasında müzik bile mevzu' bahis değildir. dramatik sinema aria ve mise-en-scène birleşimi ile bize sunulmaktadır. filmin başı, sonu ve san'at galerisinde chris'in nola'yı takip ettiği sahnede gaetano donizetti'nin l'élisir d'amore operasından una furtiva lagrima'yı italyan tenor enrico caruso'nun vokaliyle dinleriz. bu iki ana esere ek olarak, georges bizet'nin les pêcheurs de perles ve antônio carlos gomes'in salvatore rosa eserleri de kullanılmıştır ve tümünde caruso yorumu tercih edilmiştir. gerek una furtiva lagrima, gerekse otello iago düeti dramatik diyaloglardır.

sonuç olarak, cinâyet sahnesinde iki farklı dramatik durumun, tek sahnede iki ayrı drama tarzı ile anlatımından söz edebiliriz. bir yanda iago otello'yu desdemona'nın zinâ suçu işlediğine ikna etmeye çalışırken, diğer yanda chris, hâmile bırakıp sonra da zenginliğinden vazgeçemediği için kurtulmak istediği nola'yı karnında kendi bebeği ile gözünü kırpmadan öldürür. chris'in zihninde o ân eksik olan erdem tartışmasını otello tamamlar. buna bir isim verelim: match point'te yapılan, sinemada çok sesliliktir: dramatik çok seslilik.

sözü bağlarken, kısaca raskolnikov meselesine de değinelim. filmde dostoyevksiy'den etkilenildiği muhakkak; fakat daha filmin başında chris elindeki suç ve ceza'yı bir kenara bırakır. raskolnikov suç eylemi esnasında bile din-erdem kavramlarından uzaklaşamaz; chris bu durumdan uzaktır. raskolnikov hem yasa, hem de suçluluk duygusu ile mahkûm edilir ve kurtulamaz; chris ise filmin kilit kavramlarından olan 'şans' sayesinde kurtulur. suçluluk duygusu sadece filmin son sahnesinde camdan londra semâlarına bakarken, son anda bakışlarında  okunur. zâten bu sahne de olmasa suç ve ceza benzetmesini yapmak hatâ olurdu.

teşbihte kusur olmazmış: match point'e, tematik açıdan senaryosu dostoyevskiy tarafından yazılmış bir an american tragedy uyarlaması benzetmesi yapmak; estetik açıdan ise filmi dramatik çok seslilik unsuru ile muhteşem bir san'at eseri olarak tanımlamak bu kadar lâf kalabalığının sonucu olsun. iyi seyirler.

1 yorum:

vicki vale dedi ki...

mukemmel anlatmışsın, eline sağlık..